12 Nisan 2005

DOKUNAKLI ŞEYLER MEKTEBİ


…KUM VE DOKTOR…
“İçimdeki trajik usu öldürmeyi planlayanların son kez burada konakladıklarını zannediyordum, meğer ben de yanılabilirmişim. Bu kadar kolay olabilirmiş aslında. Karşıdan karşıya geçerken süslenip, avazım çıktığı kadar bağırmaya başladığımda, küçük yeşil bir sinek yutağımdan geçip ciğerlerime yumurtladı. İkimiz de bu çift yaşamı sürdürmeye daha fazla katlanamayacağımızı bildiğimiz için, serbest dalış kurslarında tanışabileceğim seksi bir sarışını hayal edip otuz bir çekmeyi tercih ettim.
Aradan çok az zaman geçmişti. Birilerinin yardıma ihtiyacı oluyordu o zamanlar ve ben de o kadar halsiz düşmüştüm ki bu aptal didişmeden, dudaklarına hafif, ucuz bir bûse kondurup masalın ucunu kaçırdığım o ilk ân’a dönmeyi bir halt zannettim.
İşte, herşey bu kadar basit doktor hanım.”
Doktorun koyu kırmızı kenarlı gözlüklerinde, batmaya çabalayan güneşi kesmeye başladı Kum. Doktor teşhisini asla Kum’a söylemeyecekti. Kum bunu biliyordu. Her seferinde aynı şey oluyordu.
Yağmur yağacaktı. Gümüşsuyu’nun bu hali hoşuna gidiyordu. İTÜ’nün oradan kıvrılarak Dolmabahçe’ye inmeli. Bir-iki bardak çay içip, Karaköy’e kadar bir güzel ıslanmalı. Vapurda sigara sarıp, kaşarlı tost yemeli.
Hiçbirini yapmadı Kum. Doktorun lafı bittiğinde hücresine sürüklediler.

LEBLEBİ
Bu işler böyle olmuyor. Zaferini kutlamak istiyorsan hiçbir arife gününde leblebi yemeyeceksin.
Muhatap bulacaksın. Bu en mühimi! Kimileri seni linç etmeye kalkar, apışıp kalırsın. Bir duruşun, bir elementin olmalı. Kıytırık da olsa kendine bir burç beğenmelisin Zodyak’tan. Buralarda geçer akçe, birincisi memleketin olacak, ikincisi de burcun.
Galiba ben de iyice yaşlandım, yoksa ne diye bizim aramıza dahil olmaya bu kadar can atasın ki! Bunları düşünmüşündür mutlaka.
Kim girdi kanına?
Hiç kimse mi? Bunamaya başlamış olabilirim ama aptal değilim. Bu gizli, çok gizli bir örgüt. Gizli örgütler hep bugünler içindi, bunu eskiden de anlayabilselerdi keşke!
Neyse, bana müsaade.
Çayını iç. Güneşi batır. Kızları sev.

ANNESİNİN KUZUSU
“Alo anne… Söz verdiğim gibi anne… Bugün de kendimi bir halt zannettim ve tarafsızlığımı korudum yalnızlığıma karşı… Evet anne… Evet, biliyorum mecbur değilsin beni dinlemeye. Hatta telefonu hemen yüzüme kapatıp beni münâsip bir “lâ” sesiyle baş başa bırakabilirsin. Senin doğal hakların konusunda yazdığım makaleyi okumadığın için… Alo? Anne! Aloo! Anneeee!.. LÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂÂ….”
“Biliyordum.. Annem de sonunda bana ihânet etti. Yani bunu tam olarak bir ‘bilme’ tantanasıyla açıklamak bana yakışmaz tabîi ama nihâyetinde o da medeniyetin son harika icâtlarıyla haşır neşir olabiliyorsa benim bu sebepsiz itirazımı hissedebilir diye düşünmeye başlamıştım uyandığımda...
Zaman ne kadar hızlı geçiyor değil mi?! Kusursuz bir renk buldum! Gerçekleri ifşâ edebileceğim böylece. Kusursuz renklerin kusursuz dölütünde uyuyakalmamak adına verdiğim bir mücâdele önünde sonunda… Of.. Neden sahipsiz bırakmadılar ki beni! Neden hiçbir zaman münâsip bir dille haykıramadım aşkımı?!”
Yattığı yerde sorun var. Yeni cemaat tasarıları yaparken kafayı yemiş.
İçtimaî kaygılarımızın bürlesk temâşası işte…
Peki.. Endişelenmeyelim ve devam edelim..

EPİGRAF
Sanki endişeden. Belki böylesi daha kolay olduğundan, belki zaman aşımına uğradığında kelimelerle daha iyi geçindiğinden, İstanbul’un en işlek caddelerinden kaçıp en tenha intiharlardan birini seçme özgürlüğünü kullanıp, cebinde mürekkebi akmış saman kâğıtlara yazılmış şiirlerle dolaşan; mazinin soylu, şimdinin soysuz imgelerini basit ve yerinde bir üslûpla, tık-nefes sohbet ortamlarında meze yapmadan, tabiatına müsâit bir sükûnetle dile getirdiğine bizzat şahit olanlardan dinlediğim kadarıyla çok içermiş.
Onu anlamaya çalışanlardan kaçar, döküntü hamamların göbektaşında saatlerce düşünürmüş. Zihnini yoran şahsî meselelerden ziyâdesiyle uzak durmaya ancak ve ancak böyle muvaffak olduğunu zikredermiş.
Yazık, sirozdan gebermiş pis serseri!

DİYET
Benim de böyle basit bir neşe anlayışımın olmasına neden olan kırık bir hikayem olduğuna göre, zamanla insanların içlerini acıtarak kabiliyetimi konuşturabileceğim modern bir ideolojim olabilir mi acaba?
Ah ne kadar zalimsiniz! Sabitsiniz ve inatçı. Fazla kapalı kalmaktan da ileri gelebilen bir iç-uyum bozukluğu bu. En iyisi siz de herşeyden nefret edin. Bugünlerde bu daha iffetli bir hâl alıyor insanların nezdinde. Sebep-sonuç alâkalarında aradığınızı bulamadığınızda, semiyolojik metanomlarla yıkanın bir de, göreceksiniz iki haftada tam 7 kilo vereceksiniz…

01 Nisan 2005

düştüm

- I -
düştüm.. bunu öğrendin!

tekrarlarından arınınca Ân
adıma konan bir neşter
parlayarak uçuverdi göğe
sanki dudaklarındı
kıpkırmızı akıyordu sağanakta
akıyordu en karanlık toprağına kâinatın

istemedim bir şey
isteyemedim, vermeyeceklerini öğrenmiştim bir kez
cesurduk... belki de böyleydi..
gerçekten öyleydi..

ve unuttuk

sanki kanadındı
kırık bir pencereden sızan,
ıssız sözlerindi
-ıssızlık midemi bulandırır, bunu da öğrenmelisin!

sökülmüyor
arınamıyorum... anlayamıyorum...

ne şehir tükürüyor beni
ne lağım fareleri ağlıyor artık çocukluğumun dilsiz cinlerine


sen de kenetlenmelisin bu yaralı tarihin bir yerlerine
seni de boyamalıyım zihnimin sepyasına

bağıramıyorum artık
bağırmak kalbimi yoruyor

aynanın sırrına saklanarak oynadığım ilk Oyunu hatırlıyorum;
cinnete merdiven dayayıp çıkıyordum sığınağıma
gülümsüyordum

dilin melekleri
dilin melekleri
diyor,
yatağa yapışarak ağlıyordum ya hani,
orada öylece prova ediyordum Ölümü aslında..

nesnelerin ruhuna nüfûz ediyordum
şaşkındım, kandırılmıştım...
bütün masalları eksik anlatmışlar
ya da ben hiç masal dinlememiştim
küçülmüştüm karşılarında

üşümüştüm, kıştı..
simetrik bedenlerin tezgâhında
ucuza gidiyordu aşk..
kimsesizdim, ilenerek yürüyordum
çukurKentin sokaklarında
orada bütün kediler sahipsiz
bütün kelimeler gerçeküstü gölgelerle geçiyordu üzerimden


sonra sen,
varoluşa dair her meseleyi çözercesine
üstün bir kahraman olarak çıktın karşıma
bir adın olmalıydı,
tadın, kokun ya da ne bileyim bir duruşun olmalıydı,
göremedim..

belki sen de onlardandın da
ben hiçbir zaman anlayamadım..

köstebek gülüşlü.. sen..
hiçlik aynasında
prova ettiğim Ölümler gibi..

bir şeylere benziyordun
kadınlara.. erkeklere.. günahlara..
bir çuval dolusu çürük patatese,
ay tutulmasına.. tavandan sarkan urgana..
cam kürenin iklimine benziyordun..

tenine sinen sahte temasları anlatmayı seviyordun akşamüstleri,
evet, en çok bunları anlatarak eğleniyordun
bense tabiatın en mahrem köşesinde
yokluğunu arzuluyordum sessizce..
çünkü en çok yokluğun heyecanlandırmıştı
bir gün uzaktayken..


- II -
düştüm.. şiddetli, çırılçıplak..

kıymeti yoktu umudun,
dokunduğun an yanan
cinsiyetsiz bir tebessümdüm..

âdem-i ankebut’un parçalanmış şuurunu
bir sırça efsâneyle onarmıştın
o loş güz sabahında apansız..
bunu bir yerlere yazmıştım..
her şey gibi bunu da yazmıştım..

anlattığın, söylediğin, yaptığın hiçbir hareketi kaçırmadan
sarı yapraklı defterlere kaydediyordum
bir gün sana ne kadar önem verdiğimi anlayabileceğini umarak

neden elini tutamadım diye merak ederken
tenini paylaşan canavarlar yaratıyordun yastık altında..

oysa orada Tek bir Şey vardı!

ben “canavar” dedikçe
Sen “mâsumîyet”
ben “intikam” dedikçe
Sen “şehvet” diyordun..

uzayıp giden bu gevezeliği
kalbime sıkılıp kalmış
bir sim kurşun gibi hatırlıyorum şimdi..

“şimdi” diyorum ama bunun da izini süremiyorum
yüzüne yapışan renkler gibi
alelâde bir mecazdan başlıyordum her seferinde..
her seferinde yeniden tanıdığım
bir başkasına benziyordun..
başkasının hücrelerinde ava çıkmış
dondurulmuş bir yabanıl oluyordun ya,
en çok bunun üzerine kafa yoruyordum..
neden?


- III -
neden önce ben düştüm?
bunu sordum..
sömürdüm olası tüm yanıtları..

“...ve kustum lavaboya bir gece.. sarhoştum.. barda kapanış marşı çalıyordu.. bir yerlerim acıyordu yine.. bir yerlerime dokunuyordun.. aynadan fırlayıp saplanıyordun baktığım her şeye... fırtına çıkmıştı.. alabildiğine savurarak düşlerimi
ifşâ ediyordu yoksunluğumuzu şehre

“bir yudum daha..”
“birer yudum daha..”
“son yudum bu..”

ıslak-karanlık çimenlere uzanıp
boğmaya çalıştık arzularımızı
tek nefeslik şiirlerle..

işte ilk o zaman keşfettim
işlevini ellerimin..


- IV -
düştüm.. salonun ortasında baygındım..

lirik bir öpücük
kitabî bir efsûn

sayfalarca.. sayfalarca.. sayfalarca Acı!
bekledim orada uzanıp öylece..
senelerce!..

inançsızlık mı yapışıp kalmıştı avuçlarıma
yoksa asrın salgın sayrısı mıydı Hiçlik?

fazla düşünmeden
sarıldım endişelerime
ve
devamlılık arz etmeyen meselelerine dünyanın..

sahiplendim.. sahiplenerek büyüttüm şiddetimi
Diğerleri
gibi..
Son
gibi..

düştüm.. kısacık, şekilsiz bir düş..

21 Temmuz 2004
Feneryolu-EV

26 Şubat 2005

zırıltılar

çoktan üstümden attığımı zannettiğim varlığımı önüme seren kalabalığın aptal bakışlarını üleştiriyorum kendi oyunlarına..
hiçlik..
sessizlik.. bir hezimet bu! inançla inançsızlık arasında kıvranan ruhlarına bakıp, kentin yeniden yaradılışına dair bir safsata üretiyorum..
meğer gerçekten herşey yalanmış..
ben de bu yalanlara katlanmaya çalışan ufacık bir kobaymışım..
tüh!
aramızda mesâfe bıraksam bir boka benzeyecek miydi hislerimiz?
kaç kalibrelik bir niyetti
ne pahasına umutlarımız?
kaçtan satışa çıkmıştı kuruntularım; bunu bir ben bilmeliyim! bir ben tefekkür etmeliyim.. birileri hep oynuyor, birileri hep susuyor
du..

21 Şubat 2005

cinnet şiiri

üzerime göçen kent
dilsiz harabelerini
boyuyor gideceğimlerden geldiğimlere…
kuru
mor bir temas bırakıp omzuma
melek gülüşü
karanlıkta bile mâsum
kararlı, kösnüye denk bir inançtan taşan
günahlar bırakıyor..

anlıyorum
bu pencerelerden fışkıran kâinat
bile olsa
medeniyetin târumâr ettiği kimlikler
birer birer solacaktır…
sen de parçalanıp
umudu kanatan aydınlığınla
masamda ölü bir mücâhit
olarak yerini alacaksın..

hiç aldanmayacağız..

19 Şubat 2005

şiir

-I-

İç içe geçmiş gri bir öğreti
şimdi dilime yapışan..
ıssızda söylenmiş!

masaaltı cinlerinin tedavisi için kullanıyordum
kemiğin kemiğe çarptığı anları..

o ahmak muhatapların ayaklarını silerek
antredeki paspasa
hiçliklerini yudumlayarak apansız
kör inime daldıklarını görüyordum kâbuslarımda..

hangisi önce alınacak diye
hangisi önce sıyrılıp uçuverecek diye iddialaşırdım gizli,
gizli bir şey varmış gibi sanki aramızda
susup tavandaki ışıklı asfalta yanaşan
mızıkçı tayfalarla dolu kakalakları seyrederdik sonra…

böylece hiçbirimiz kolayına ağlayamazdı..
böylece parıltılarımızı emen sözleri
halının altına süpürüverirdik aklımızca..
aklımız.. biraz hata biraz kan biraz ucuz şarap
biraz merak biraz serzeniş…

herşeyden haberdâr olmanın onuruyula
kulaklarımız dikilir,
zehrin tenden arza zerkedilişini hayâl ederdik..
bildiğimiz herşeyi öyle unutverirdik aklımızca..
aklımız.. unufak olur
kıçımıza kaçacak zannederdik
arada sırada odaya dalan annemin söylediğince..





-II-

bütün şiirlerin kalabalıklarda met-cezire çıktığını okumuştum
bir takvim yaprağının arkasında... yutkunamamıştım, susup ardında asılı aynaya
yapışıvermiştim, bunaltıcı bir yaz gecesi…
telefonum çalmıştı uzun uzun.. sebepler aramıştım bir süre
sebepleri bırakıp şehri çapalamaya başlamıştım… günlerce, aylarca, senelerce
çalakalem çapalayıp durmuştum şehrin altını üstünü
efkâra şeklini veren canavarla karşılaşacağımı zannederek..
oysa etimi esir alan medeniyetin
bulanık bakışlarında
cellâtımla tanışmıştım
sadece cellâtımla..

artık hiçbir masal esrârıyla sarmıyor,
hiçbir esrar masal anlatmıyordu hâriçten..

şehir çürümüş heybetiyle şuurumda kalıp kalacak son muştusunu da
silip süpürmüş, aşkla ilişkilenen ne varsa hayatta
bir dikişte içmişti
çatlamış bir çeşm-i bülbülün dudaklarından…


-III-

ne gönenç ne umar ne tersine esen kelimeler var dudaklarımda
sanki gittikçe koflaşan bir sûretin
kayıp üveysiyim..

balçığa akseden mehtaba sıkılan
gümüş bir kuruşunla kanatlanan ruhumu
dilsiz şarkılarla ıslah eden beismişçesine
göğüs kafesimde çırpınan iblis
nasıl sinsice nefes alıyorsa içimdeki
loş bahçede,
ol mahcerime tecâvüz eden zihniyle
rızkını arar durur asırlar ötesinden…