21 Aralık 2010

Kabahat kimsede değilse, acınmanın da anlamı kalmıyor. Daha önceki tüm inandıklarını çöpe atarak soldan saymaya başla. En çok güncel hayatın basiretsizliği yakacak canını. Unutup geçeceksin onu da nasılsa!  

Durup dururken olmuyor tüm bunlar. Bakıyoruz, herkesin kendisine göre bir doğrusu var. Oysa aklın yolu bir değil miydi? Akıl yoksunluğu yaşayan koca Kitlelerin neresinden tutsak dağılıyorsa ne bok yiyeceğiz!?
Kurumsallaşmış ahlâksızlığın hayatımızı ele geçirdiği, yersizköksüzleşmiş bir toplumsal mizansen bu.. 

Kimsenin  kimseye bir şey açıklama lüksü yok ya, rahatça kullanılabilir nesneler haline gelebiliyoruz birbirimiz üzerinde. "İnsan olma" kaygısı değil bu metazori "insancıllaştırma" kargısı! Tahakküm edebilme arzusu. 

Kitonyen, doymaz bir Yok-Var'lık!




durulu/k

1.
En duru günler nerede başlıyor ve insan en çok neden yalan söyleyiveriyor. Sabahların sabah olması halinden öte, can havliyle okşanmış birkaç söz dışında ne kalıyor?

2.
Hırçın. Böylesi olmasını kim isterdi!? Başını ne yana çevirsen “kimse” oluyorsun. Gittikçe yaşlanarak, başkalarına benzeyerek.. En çok da tirtirtitreyerek.
Bedensizleşmekten başka çare yok.
Zamana ayak uydurmaya mı çalışıyorsun? Seninle beraber değilim. Olman gerekmiyor, sadece olduğun yerden takip etsen yeterli.. Neden, iöin rahat etsin diye mi? Belki de.. Belki mi? Neden kendine bu kadar güveniyorsun? Uzun zaman oldu aslında.. Çok.. Özlemedin mi beni? Bilmem, hatırlamıyorum. Beni mi? Özlemeyi.. O da başka bir mesele aslında.. Ne yapacağız?

3.
Doğana ihanet etmeden dik dur.
Kafan karışacak, düşünmemeyi öğreneceksin. Simsiyah olacak sepia.

12 Temmuz 2010

düğümlenmeler


Daima korkular nakşediyor. Parmakuçlarını kemiriyor. Aynaya daha az bakıp, “tapınaktaki leoparlar”ı düşünüyor.

Kutsalın en tenha loblarına parkedip, yasak kapılardan geçiyor. Bunları öylesine rahat yapabiliyor ki, yanınıza gelip de kulağınıza soğuk nefesiyle isminizi fısıldayana dek varlığını farketmiyorsunuz bile.

Yokluğunu kullanıyor yakıt olarak.

Hırçınlaşıyorsunuz ister istemez. İstemeseniz de seviveriyorsunuz, anlamasanız da kabullendiğiniz gibi.

Kolay.

Yükseksesle çektiği söylevlerin esiri olunca bir iki adımda kaçabilmeyi hayal ediyorsunuz. Hayal edebildiğiniz yegâne şey bu olduğu için ya da acı çekmenin de bir erdem olabileceğini düşünmediğiniz için.

Şehrin merkezine yerleşiyor. Kalbine. Hücrelerinin ruhunuza –evet, bir ruhunuzun olduğu ve temâs edilebileceği gerçeği de ürkütüyor, lâkin- bu temas edişini nasıl pazarlayabileceğinizi öğreniyorsunuz Zamanla.

Arsız. Israrcı. Zoraki.

Hazır-duruşlar, maaşlı rûyalar, refleks ninniler, ilânihaye bir çeşitliliğin vakur, nimetlerinden faydalanmaya niyetli içgüdüleriniz sizi İnsan yapmaya yetebiliyor.

Huzur, muadili olmayan bir element,

sebepsiz bir karantina hâlini alınca

dudaklarınızda mesut bir tebessüm

ân’ın melekleriyle sarmaşdolaş oluveriyorsunuz…


Oluş’a dair nükseden travmalarla dolu ceplerini arka koltuğa boşaltıp, en nâdir mısraların yetiştiği coğrafyalara doğru son sürât uzaklaşıyor.

26 Mayıs 2010

KAN SESİ


söze yapışan ışık
dudaklarımda danseden bıçak

şehrin uçsuz bucaksız yalnızlığına karşı demlenen kuşku
şu et duvarların gri hücrelerinde
niyetlerin bertaraf edildiği bir mevsimle
usulca süzülüyor
               
söz kalabalık bir yankı bırakıyor
dibinde unutuşun

hep bilinmezli bir denklemin
kırgın umuduyla soyunup
seyrediyor yok tenini korkak bir lisan…

hazır değiliz
değiliz inan
kahramanlar sıçrıyor kalemime
kalemimde kan sesi…

14 Mayıs 2010

OLMADIM

savaş görmedim
antilop da
hem savaş hem antilop ol bana

inanmadım
anlamadım da
hem inanç hem anlam ol bana

yara almadım
öldürmedim de
hem yara hem ölüm ol bana…



13 Mayıs 2010 Perşembe - Feneryolu

08 Ocak 2010

UNUTKAN PUSULA

Köşelerimiz var ve bu köşeler çok yuvarlak; Yuvarlaklarımızın köşeli olduğu kadar! Ziyadesiyle kararlılığımız yok… Kararsızlığımız üzerinden iklimlere müdahale eder gibi yapıyoruz. Işığı keşfederken mutlu muyuz? Mutluluğu en Hakikî temellerinden yakalayıp ender bulunan yanlarımıza yeniden yapıştırıveriyoruz. Zaman alıyor acımak.

Bir devrim yaratıyoruz da farkında bile değiliz. Kimseye söyleyecek sözümüz yok. Sözsüz bir radyo oyununun çok gürültülü kahramanları olarak başkalaşıyoruz. Önümüze engeller diziyoruz. Engellerimizle varoluyoruz.

Tabii ki Ben demeye dilimiz kolay varıyor. Elbette mütemadiyen yalnızız ve bundan korkarak Varoluşu sorguluyoruz.

Güncel’in dilini Tarihselin dilinden ayırmaya çalışmıyoruz. Mukallitlerimize sımsıkı sarıldığımızdan, Asıl’ın Hikmetini fark edemiyoruz. Mahcubuz Kendiliğimize karşı.

Efkârımız bacakaralarında, dilde ya da gelecekte saklı. Kahramanlıklar taslıyoruz ve basitleşmenin hürriyetinden müstesna bir Akla sığınıyoruz. Yüce Akıl! Çık içimden! Çık git ve al o ıstırabı benden, derken sıfatlar güzellik ilminin çatısına konuveriyor.

Yepyeni bir gün başlıyor. Ziyan olup batıyor. Batarken çok can acıtıyor. Derine, en derine işliyor Zaman.

An tünelinden geçip, Mut boğazına varıyoruz.

Sepya bir kışgüneşi ya da ıssız bir Anlam yığını yaratıp inanıyoruz. Çok zavallıca geliyor ama oyunun son demlerinde kafalarımız karışıyor.

En güzeli bu kafa karışıklığına son verebilmek…


Ne diye bu müzmin umutsuzluğa toslayıp duracağız ki her gün!? Ne diye ellerimizi açıp gökten yağacak bereketi bekleyeceğiz!

Siz de küçükken saatlerin, pusulaların içini açıp kurcalar mıydınız?